İki Çift Gözün Hikayesi
Fotoğraf Kaynak: www.fotokritik.com |
-Çok mutsuzum Ömer! Ne yapsam tat alamıyorum hayattan. İçimde durmadan büyüyen bir kara delik var sanki. Eğer bir şeyler yapmazsam o deliğin içinde kaybolmaktan korkuyorum.
Ömer, arkadaşının durumuna ne kadar üzüldüğünü anlatacak uygun kelimeleri bulamıyordu sanki. Yutkunup kaldı öylece. Oturduğu sandalyeden kalkıp topallayarak bir iki adım ötedeki sedirde oturan arkadaşının yanına geçti. Elini onun dizine koyarak
-Bir şeyler olmalı, senin için yapabileceğim bir şey vardır mutlaka Engin. Söyle lütfen, dedi dostça bir ses tonuyla. Engin, kravatını gevşetirken derisinin kenarlarında kaz ayakları oluşmaya başlamış koyu mavi gözleriyle yüzünde tedirgin ifadelerin dolaştığı arkadaşına baktı.
-Keşke, dedi. Keşke çocukluğumuza geri dönebilseydik be Ömer!
Ömer, çok kısa bir zamanda geçmişe doğru yol almaya başladı zihninin sokaklarında. Anılar karanlığın içindeydi ama onları aydınlatabilmeyi bir şeklide becerebilmişti işte.
Çocukluğundan beri tanıyordu Engin'i. Diğer çocuklar gibi sağlıklı olmadığından dolayı yaşıtları tarafından çoğu zaman dışlanmıştı. Yalnız Engin dost bilmişti onu. Kusurundan dolayı hor görmemiş, dostunu diğerlerine karşı daima korumaya çalışmıştı.
Ömer’in koluna girerek yürümesine yardımcı olur; mahallenin üst tarafındaki tepede, yabani vişne ağacının altında saatlerce oturup konuşurken ağacın ekşimtırak meyvelerini yüzlerini kamaştıra kamaştıra yerlerdi. Onun Engin’le olan en güzel anılarından biriyse babasının Engin’e aldığı Alman malı dürbünle birlikte o tepeye çıkmaları ve Engin’in dürbünle uzaklara bakarak gördüğü her şeyi tüm ayrıntısıyla bıkmadan ona anlatmasıydı.
Çok uzaklarda iki katlı evin üst katında oturan yaşlı teyzenin neredeyse onların tepede olduğu her gün balkona çıkıp çıkıp kedilere balık verdiğini, evin yakınlarındaki ıhlamur ağacının altında kırmızı kazaklı simitçi çocuğun üç bacaklı ahşap tezgâhı olduğunu, bir sürü insanın karşıdaki tarlada sürekli bir şeyler ekip biçtiğini hep Engin’den duyarak öğrenmişti. Engin neşeli sesiyle gördüklerini hızlı hızlı anlatırken Ömer’in yaptığı bir yoruma ikisi de güler, çocuksu kahkahaları tepeden yayılırdı. Akşam güneş batarken de düşmemesi için yine arkadaşının koluna giren Engin, onu kapısına kadar götürdükten sonra kendi evine giderdi.
Çocukluğunda bu kadar iyiliği dokunup, hep yanında bulunan ve artık ellili yaşlarına merdiven dayamış olan bu adamın haline Ömer nasıl üzülmesin şimdi?
Tüm bunlar saniyeler içinde Ömer’in aklından geçerken arkadaşının öksürük nöbeti onu gerçek zamana getiriverdi.
-İçme artık şu mereti Engin. Acı biraz kendine. Bu gidişle kanser olacaksın yahu!
Boğuk boğuk öksüren Engin bir yandan mendiliyle ağzını kapatıyor, bir yandan da ona su getirmek için kalkmaya çalışan Ömer’e eliyle işaret edip kendisinin alabileceğini anlatmaya çalışıyordu. Birkaç yudum su aldıktan sonra kendine gelmeye başlardı nasılsa.
Az önce gevşettiği kravatını şimdi tamamen çıkaran adam, kan çanağı olmuş gözleriyle Ömer’e baktı.
-Bu hayat beni kanser yapıyor Ömer, sigaranın payı ne ola ki!
Ömer, dostunun bu sözüne iç geçirmekten başka bir şey yapamadı.
-Hatırlar mısın? Diye söze başladı kravatı dalgın dalgın elinde rulo yapmaya başlayan adam.
Önceden ne çok severdim gezip dolaşmayı. Seni de peşimde sürüklerdim ısrarla. Hele ki dürbünüm yanımda olunca. Gördüklerimi sana anlatacağım ya, bu yüzden seni zorla dağlara tepelere götürdüğüm çok anlar olmuştu, kusura bakma.
Ömer henüz bir dakika önce dürbünlü anılarını düşünürken şimdi arkadaşının bundan bahsetmesi onu şaşırtmıştı. Kırlaşmaya başlamış bıyıklarının altından gülümseyerek
-Estağfurullah, bana anlattığın o manzaralar çocukluğumun en güzel anıları oldu Engin.
Rulo yaptığı kravatını açıp yeniden sarmaya başlayan Engin, onu hiç duymamış gibi devam etti.
-Şimdi eskisi gibi değilim be Ömer. Ne etrafımdaki güzelliklere bakmayı seviyorum ne de bunları anlatmayı. Ama o eski halimi de çok özlüyorum. O yüzden az önce de dedim ya keşke çocukluğumuza dönebilseydik diye…
İki dostun geçmişe özlemle dolu olan konuşmasını masanın üzerinde titremeye başlayan telefon böldü. Duruma canı sıkılan Engin, kesin işle ilgilidir diyerek telefonu alıp isteksizce açtı.
Ömer sessizce arkadaşının görüşmesini bitirmesini bekledi. Az sonra bir sürü yabancı terimle dolu olan görüşmesini bitiren Engin, dostuna yönelerek
-Gitmem gerekiyor, zaten vakit de epey oldu. Hadi sen de kapat dükkanı evine bırakayım giderken. Ömer gülümseyerek,
-Çocukluğumuzdaki gibi mi? Dedi. Bu soruya keyiflenen Engin, yüzünde kocaman bir gülümseme ile cevap verdi.
-He ya! Çocukluğumuzdaki gibi. Yalnız tek farkla. Bu kez uzun süre yürütmeyeceğim seni. Arabam dükkanın hemen karşısında, oraya kadar yürüyeceğiz.
Engin, dostunun ekmek teknesi olan çömlek dükkanını kapatmasına yardım etti. Sonra da yıllar öncesinde olduğu gibi Ömer’in koluna girerek birlikte yürüdüler. İkisi de bir an geçmişe dönmüşçesine çocukça gülümsüyordu.
İkindi sıcağı yerini hala serinliğe bırakmamışken arkadaşını evine bıraktı Engin. Hamile olan Ömer’in eşi onları bahçe kapısında karşıladı. Birkaç dakikalık ayaküstü muhabbetten sonra karşılıklı iyi dileklerle ayrıldı arkadaşının evinden. Bu kez Selda hanım, eşinin koluna girip bahçedeki sedire oturmasına yardım etti.
-Çiçekleri suluyordum ben de. Buraları da az önce yıkamıştım diyerek gülümsedi kadın.
-Fark ettim. Yapraklarına dokunduğun sardunyaların kokusu ve yerden yükselen nem hala hissediliyor.
Selda bir eli belinde, gülümseyerek eşinin yanına oturdu.
-İkindi çayı demlerim sana şimdi. Kurabiye de yaptım, senin sevdiğinden hem de, içi cevizli üstü şekerli.
Ömer yüzünü güneşe dönmüş, derisi gün ışığının sıcaklığını emerken dinlemişti eşini.
-Sağolasın, dedi yalnızca. Aklı başka bir yerdeydi o sıralar. Az önce onu evine kadar bırakıp ayrılan dostunu düşünüyordu besbelli.
Bir anlığına bu düşünceleri bırakıp eşine yöneldi adam. Elini eşinin karnına götürüp
-Oğlumuz nasıl? Yükü yordu mu bugün seni? Diyerek belli belirsiz tebessüm etti.
Kadın sanki eşi geldiğinden beri bu soruyu bekliyormuşçasına heyecanla anlatmaya başladı. Kurabiye yaparken karnında nasıl kıpırdadığını, canı armut isteyince yan komşu Nefise Hanım’a gidip istediğini, komşunun kadının karnına bakarak bebeğin oğlan değil de kız olacağını söylediğini hararetli hararetli anlatıyordu.
Ömer ise bunların hiçbirini umursamıyordu. Eli eşinin karnında, güneşin yüzünde oluşturduğu ısıyı hissederek içinden defalarca şükrediyordu hayatına. Arkadaşı Engin kadar zengin değildi. Genişçe bir evi, sahip olduğu bir arabası yoktu. Küçük çömlek dükkanıyla geçimini sağlayıp tek katlı bahçeli evinde tam yirmi üç yıl sonra evlat sahibi olacağının şükrü; eşinin ona olan sevgisi, sabrı, sadakatinin şükrü ve doğuştan kör olmasına rağmen güneşin ışığını değil ama sıcaklığını hissedebiliyor olmanın şükrü vardı tebessümünde. Hiç görmemişti gökyüzünü, yeşil nasıl bir renk bilmiyordu. Çocukluğunda arkadaşı Engin’in ona anlattıkları ve diğerlerinin söyledikleriyle şekillenmiş, kendince renk almıştı karanlık dünyası.
Hiç görmemişti ama bakabiliyordu Ömer. Duyduklarıyla, hissettikleriyle iç dünyası şekilleniyor ve bunları yorulmadan tahayyül etmekten hoşlanıyordu. En büyük şükrü de bunaydı işte.
Peki ya Engin? Anladığı şuydu ki yaşamın getirileri Engin’i kör etmişti. Çocukluğunda ona gördüklerini, en çok da doğayı saatlerce anlatan dostu artık çimenin yeşiline, gökyüzünün mavisine kör olmuştu. Arkadaşının bu halini tekrar hatırlayınca çaresizliğin verdiği üzüntü yine çöreklendi Ömer’in göğsünün üzerine.
Bir anda elinin altındaki bebeğin kıpırtısıyla irkiliverdi. Selma küçük bir sevinç çığlığı atarak gülmeye başladı. O anki heyecanla yerinden doğrulmak isteyen adamın sakat ayağı dibindeki saksıya çarptı. Eşinin neşeli gülüşüne Ömer’in küçük bir inlemesi karışmıştı.
Durumu fark eden Selma hemen toparlanarak eşine yardım etmeye çalıştı.
-Dikkat et Ömer, bu gidişle bacağın iyileşmeden tekrar yaralanacaksın dedi Selma. Eşinin sözlerine bozulan adam da sitemle karşılık verdi.
-Sen beni ne sanıyorsun yahu! Alt tarafı içi kil dolu çömlek devrildi bu bacağın üzerine. Kırılmadı ya çok şükür. Gözlerim iş görmüyor sadece, bunun dışında çelik gibiyim çelik!
Eşinin kendine toz kondurmayan bu sitemkar sözlerine güldü Selma.
-Peki peki, senin dediğin olsun. O halde ben bu çelik gibi sağlam beye çay demleyeyim de geleyim, diyerek içeriye yöneldi kadın.
Doğrulduğu yere tekrar rahatça oturdu Ömer. Bir eli yaralanan bacağında… Yüzünü güneşe dönüp onun sıcaklığını hissederken gülümseyerek bir kez daha şükretti hayatına…
Yazarın diğer hikaye ve yazıları için tıklayınız.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder